31 Mart 2009 Salı

Tanrı...



İnsanlar, Tanrı denince akıllarına bizden dinî kurallara göre yaşamamızı isteyen beyazlar giymiş yaşlı bir adam figürü geliyor, belki biraz daha farklı birşeyler; eksik, fazla ya da bambaşka! Herhangi bir müslüman dua ederken ya da namaz kılarken ise sadece kelimeleri ardarda koyar ezbere, o kelimelerin ne anlama geldiği ya da bize neler anlattığı merak edilmez. Bilinmez de, öğrenilmez de... Daha da kötüsü nedir bilir misiniz? Allah hakkında düşünmezler, onlara öğretilen Allah'ın yarattığı evrendeki güzellikleri görmeyi akıllarının ucuna bile getirmezler. Halbuki bu çok anlamlıdır dinlerinde ya da inançlarında ya da herhangi birşeylerinde. Yaptığı şeylerin anlamlarını da bilmezler, namazda diz çökmek ya da yerlere kapanmak değildir yaptıkları, namazdaki farzlardır sadece. Onlar olmadan namaz kılınamaz, ne yaptıklarını bilmenin bir önemi yoktur onlar için.
Ne kadar büyük bir çelişki; "Öldürmeyin!", "Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir!" diyen bir Tanrı'nın adı ile öldürmek... Hoşgörüyü ve öğrenmeyi öneren bir inançta, kendi fikirlerini kabul etmeyeni ya da sorgulayanı ve araştıranı dışlamak, hatta öldürmek...
Bu insanların savunulacak çok az yanı var, lakin bu yanlar yaratılışından gelen şeylerdir. Yaptıklarının ya da yaptırdıklarının savunulacak hiçbir yanı yok!
Bu yazı; Tanrı'ya olan değil size olan öfkemi anlatmak için yazılmıştır. İnsanlar, özellikle de metal dinleyen gençler, neden insanların yaptığı ile Tanrı'yı yargılarız? Cinayetlerin, acıların, bağnazlığın suçu yazılanlarda değildir; yazılanların yorumlanmasında ya da yazılanların görmezden gelinmesindedir.
Evet, biliyorum! Benim söylediğimin yanlış olduğunu kanıtlayabilecek kadar güçlü kozlarınız var, hem de kutsal kitaplardan! Ben çok bilgin bir insan olduğumu iddia etmedim hiçbir zaman, şimdi de etmiyorum ama şunu biliyorum ki siz o kitapları benim terkettiğim insanların gözü ile okudunuz! Orada geçen Tanrı'nın korkunç ve kötü olduğunu iddia edebileceğiniz bütün yazıların, sembollerin ve imaların ne anlama geldiğini o cahil insanlardan öğrendiniz.
Sakın bana onların cümleleri ile gelmeyin, ben onları terketmişken onlar gibi olan sizleri dinleyecek değilim. Onların yapacağı gibi beni dinlemeden sadece beni alt etmeye çalışacaksınız, her biriniz hem de! Bilginizi ve zekânızı ispat etmek istercesine, benim gördüklerimi size anlatmama fırsat tanımayacaksınız; haklı olduğumdan şüphe etseniz de! İşte bu sizin yaratılıştan gelen zayıflıklıklarınız yüzünden savunulacak yanınızdır. Lakin benim saygı duyacağım ve konuşmaktan zevk alacağım insanlar, beni dinleyebilecek kulağa sahip, öğrenmeye açık ve de bana öğretebilecek kadar bilgisi olandır. Lakin her insan gibi bir sıfata sahip olunup, bilgisinden çok kibiri olanlar...
Bana semavi olmayan ve hatta Tanrı'nın varlığının bile reddedildiği inançtan olan birisi geldi. Nedense birçok kapıyı açmış ve ne anlama geldiğini şimdilik öğrenemediğim rüyamı anlattığımda beni kendi inancına çağırdı. Beni çekebilmek içinse benim hakaret olarak kabul ettiğim zayıflıklara sahip olduğumu düşünerek kullanmaya kalktı. Buraları önemsiz ve sadece beni ilgilendiren ayrıntılar, söylemek istediğim ise şu; ben ona kendi bilgimden birazını aktarmaya yakın ya da onun inancına ters bir şey söylediğim vakit öfkesi gereğinden fazla olmuştu. Kibiri ve zayıflığı ile benden bir şeyler dinlemeye kapalıydı, reddetti...
Aynı inançtan olan bir başkası ise benim düşündüğüm gibi dinlerden soğumuş ve bana sayısız çelişkiyi sayabileceğini iddia eden bir adamdı. Lakin bir süre sohbet edince aslında okuduklarını cahillerin gözüyle okuduğunu kabul etti, ona bir şeyler göstermek istediğimde ise reddedildim. Boşluktayken dahil olduğu, şimdi çıkarsa tekrar boşlukta kalacağındna korkan bir insan olarak aynı kalmayı tercih etti.
Bu ikisi, aynı bağnaz bir semavî din mensubu gibiler... Kendi inancından daha doğru bir gerçek olabileceğini reddeden ve hatta bunun üzerine düşünmek istemeyenler, ruhlarının görmeye ve anlamaya güçleri olmasına rağmen...
Dinlemeye kulağı olan kaç insan var bu dünyada? Lanet bir şekilde boşlukta olanları çekip, onların ruhunu çalmak... Tanrı adına akıllarını çelmek ve insanların yaptıkları ile Tanrı'ya küfürlerinin haklı olduğunu göstermek... Kendi yaptıklarımızdan dolayı Tanrı'dan nefret ettirmek ve diplere batıp sürünmeyi yücelme gibi göstermek...
Biz insanlar zayıfız, hem de o kadar zayıfız ki ne benim kelimelerim yeter yeterince ifade etmeye ne de gücüm! Aslında bu zayıflıkların bizi güçlü kılmak için olduğunu göstermek ise yaratılıştan gelen yanlarımız yüzünden anlatmam ya da öğretmem çok ama çok zor. O kadar kibirliyiz ki, zayıf olduğumuzu kabul etmek bile zor gelirken hem de! Görmezden gelmek daha koaly geliyor, sanki hiç yoklarmışçasına yaşamak...
İhtiyacımız için yukarıdan bize bakan bir Tanrı yaratıyoruz ve isteklerimizi bildiriyoruz, alamayınca ağlıyoruz ve onu terketmeye başlıyoruz. Bütün semavî dinlerde olan budur ve biz o kadar körüz ki, her şeyin özünde olan tekliği ve kusursuzluğu göremiyoruz! Saçma yerlerde başka tanrılar arıyoruz!
Acınası bir varlığız; yaratılıştan böyleyiz ama yücelmek için bize verilenleri yalvarmaktan, bağırmaktan, zevkten, acıdan, güzelden ve çirkinden, kibrimizden, felsefe yapmaktan, dilenmekten, düşünmemekten vakit bulamadığımız için göremiyoruz. Bu yüzden daha da batıyoruz ve batacağız!
Ve bizim için gözyaşı dökenleri görmüyoruz, duymuyoruz ve hiçbir zaman da görüp duymayacağız; ta ki zayıflıklarınızın güç için size verilen bir araç olduğunu anlayana dek; kibrinizi atıp başınızı eğerek bilmediğinizi kabul edene dek...
Varlık'la Yokluk'un dengesine varmayı anlayana dek...

10 Mart 2009 Salı



Düşünce... Hayaller, düşünmeden var olabilir mi? Düşünmeden hayal kurulabilir mi? Kendimizi bir kral, bir sanatçı, bir zanaatkâr, bir savaşçı, bir asker, bir baba ya da anne, bir eş, bir işadamı, büyük işler başarmış bir bilge, bir yazar ve benim burada yazamayacağım kadar sayısız sıfata sahip hayal ederken düşünmüyor muyuz? Bunları başarabilmek için planlar kurmuyor ve sıfatlara sahip olduğumuzda neler yapacağımızı hayal etmiyor muyuz? Bunları yaparken düşünmemiş, hayalperest mi oluyoruz?
Cevabınız evet ya da hayır olsun, fark etmez. Cevap verin sadece; neden?
Bir insan müziği ile fikirlerini, hayallerini, bilgisini neden aktaramasın? Geçim sıkıntısı diyebilir miyiz? Yapılan sanata değer verilmemesi çok büyük bir engel olsa gerek. Peki, bu hayalleri olan biri insanı engellemek için yeterli mi?
Ya da bunları yazıları ile aktarmaya çalışmak...
Sıradan bir insan neden tek başına dünyayı etkileyemesin?
Hayal kurmak neden hak ettiği saygıyı alamamıştır bugüne dek, anlamış değilim. Hayaller, gerçeklerden daha az gerçek değildir. Gerçekten de değildir… Bunun bilimsel saçmalıklardan ve bilimsel gerçeklerden bağımsız olarak söylüyorum, düşünce olarak hayali düşündünüz mü hiç? Anlamını, nedenini, insanın hayal etme amacını… Eğer Karanlık’ımızda saklamasak, değer versek ve onlar için adım atsak ne değişir diye düşünün bir! Hayatı bize nasıl yaşayacağımızı söyleyenlerden bağımsız, istediğimiz şekilde yaşasak nasıl olurdu?
Hayallerdir bize gerçeklere inat yürüme cesareti veren! Amaçlardır bir nevi hayaller, acı gerçeklerden başımızı kaldıran ve nefes aldıran…
Düşünsenize; bir insan doğuyor ağlayarak, etrafındakiler ise gülüyor. Bilirsiniz bu karşılaştırmayı. Peki neden? Neden gülüyorlar, mutluluklarının sebebi nedir? Bu acılarla dolu dünyaya, eğlenmesi için bir kurban daha verdikleri için mi? Ya da herkesin yaşamak zorunda olduğu “Doğ, büyü, öğren, okula git, mezun ol, iş bul, evlen, çocuk sahibi ol, çocuğunu büyüt, senin yolundan yürüyeceğinden emin ol, emekli ol ve öl” kurgusundan “Çocuk sahibi ol” maddesini başardıkları için mi yoksa?
Peki, bunlardan hangisi çocuk sahibi olma hevesinin sebebini açıklar?
Bu dünyada kendi başaramadıklarının o küçük ve dünyaya yeni gelmiş varlığın başaracağı hayali mi? Kendi bildiklerimizi aktarıp, onun da öğrenmesini ve onun da kendi çocuğuna aktaracağından emin olup; dünyayı değiştirme hayali mi?
Ah, ne yazık ki bugün zaten değişmiş ve bilginin değil geçimin, çocuk sahibi olmanın önemli olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar sadece para kazanma, nesillerinin tükenmemesi ve sahtekârlıklarla kurulu bir düzeni engelleyenlerle savaşma amacı güdüyorlar… Lanet olası bir üçgen…
Gerçekler, her yeri işgal etmiş; hayaller, Karanlık’a sığınmış... Ve öyle bir düzen kurulmuş ve Karanlık’a o kadar acı, keder ve korku yüklenmiş ki; hayaller kuranlar kötü olmuş, bizi ruhumuzu terk etmeye zorlayan ve dışlayan gerçekler ise iyi…
Neden buna izin veriyoruz? Daha önce neden izin verildi hayallerin ve farklılıkların alınıp katledilmesine?
Neden sustuk? Neden ağladık? Ne için kandırdık kendimizi, ne ile aldattık? Oynamamız gereken rol gereği mutlu mu olmalıydık? Oynamasak dışlanacak ve yalnız mı kalacaktık? Hem de bunun için kendimizden utanırken, kan ağlarken?
Tanrı aşkına ne için bütün bu varlığımızı reddediş, bu roller? Neden saklıyoruz bize yaşamak ve dünyayı daha güzel kılmak için yürüme cesareti veren hayallerimizi?
Ben bir kılıç ustası olmak istiyorum; bir müzik grubu kurmak, yazı yazmak istiyorum. Hikâyeler ve romanlar yazmak, fantastik hem de!
Sadece uzaktan gördüğümde bile heyecan duyduğum bir insanın elini tutmak istiyorum. Onunla bir olmak, sevdiğimi söylemek ve sevdiğini duymak, beraber yürümek karar kıldığımız yolda, zamanın getirdiklerine birlikte göğüs germek, dünyanın yaptıklarımıza vereceği karşılığa birlikte karşılık vermek istiyorum.
Varlığının kesin kanıtları olmasa bile, sadece benim gördüklerim ve hissettiklerimden ibaret de olsa, yüksek benliğim ile konuşmak istiyorum. O tapınağa geri dönmek, geçmeye korktuğum o kapıdan geçmek istiyorum. O yüzünü görmediğim kırmızı cüppelinin yüzünü görmek istiyorum, güneşin güzelliğini izleyen…
Varoluşumun sebebini öğrenmek istiyorum, hazinenin neden saklandığını da...
Sırları bilmek, yokoluşta emin adımlarla yürüyen İnsanlık’a bir ayna tutmak istiyorum!
O insanlığın içindeki yüce ruhları bulmak, yücelmeye gücü olanlara ruhumun bütün bilgisini sunmak istiyorum!
Bu hayallerimi elimden alırsanız benden geriye tortudan başka ne kalır?
Bunlar hayal, lakin benim için hayal ile gerçek birbirinden çok da bağımsız değil. Biri olmadan diğeri olamaz, olursa bir yozlaşma ve bozukluk vardır…
Ayağa kalkacağımız gün hayallerimiz gerçek olmaya daha yakın olacak ve gerçeklerle hayaller birleşecek…
Ve yepyeni hayallerimiz olacak…

Hell Of İce...




İnsanlar çok garip... Birçok insan kendini saklar, gerçek benliğini. Sayısız ve anlamsız sebep yüzünden ama bunlara benim açımdan baktığınızda zayıflığı kabul ettiklerini görürsünüz. Yalnızlık korkusu, güvensizlik, anlam bulamamak, şunlar, bunlar...
İnsan kafayı yiyecek gibi olur ama hepsi zayıflıktır, bana göre. Ama ya güçlü rolü yapanlar? Hani yalnızlık korkusu için sevdiği ve sevmediği şeyleri belli etmeyen birçok insan gördüm lakin şimdi düşününce bunun tersini yapanları da gördüğümü ve aslında beni bu kadar kanatanların o insanlar olduğunu fark ettim…
Gerçekten de çok ilginç; insanların güçlü olmaya çalışması. Ha şikâyet ettiğin zaten kendi gücünü saklayanlar, ruhlarını reddeden ve hiç var olmadığını bile iddia edecek kadar ileri gidenler değil mi diye soracaksınız. Elbette onlar ama ya diğerleri?
Bir insan yaşadığı toplumu ölü olarak gördü, yaşayan ölüler! Ve dünyaya da mezarlık dedi, sembollerini o kadar iyi seçmişti ki hayran kalmıştım. Ölülerin amaçsızca ortalıklarda dolaşması, yaşadığını belli eden tek şeyin hareket ediyor olması… Lakin her insan gibi kusurlarla doluydu ama benim lanetlerimden biri olduğunu düşündüğüm insanların kusurlarıyla birlikte seviyor olmam, kusurlarını bu sefer görmezden gelmeme sebep oldu.
Dolaylı olarak o tiksindiğim oyunlardan birini oynadığını öğrendim. Kendi gücüne sahip ama sahip olmadığı bir güç üzerinde hak iddia etmek nasıl bir şeydir? Yalnızlık, unutmak, sürekli yeni şeylere açılarak eskinin acısından kaçmak, tecrübesini iyi yanlarını inkâr edip sadece kötü yanlarını hesapta tutmak... Üstelik bunu da benim gibi zaten acılarla süregelmiş ve lanet bir yerde potansiyellerle dolu basit bir insan olmuşken buldu...
Evet, bu benim bir nevi aşk hikâyem. Kısa ve hızlı, basit ama aslında bir o kadar da karışık... Ve ne tür semboller kullanabilirim anlatabilmek için, bilmiyorum...
Benim farkına vardığım şu; yazılarında gerçekten de çok derin bir dünya var. Güzel ve bunalım üzerine diye tabir edebiliriz kavramları kullanmak istersek ve yine de eksik kalır. Lakin hayatı bir o kadar bağımsız yazdıklarından. Hani benim yazdıklarımda büyük bir öfke var ama hayatımda gereğinden fazla sabırlıyım, zayıflık derecesinde. Kılıç kullanırken öfkeniz olmalı ama kontrolünüz şaşmamalı. Öfke büyük bir güçtür ama çok da tehlikelidir. Reddetmek çare değildir, zira kullanın diyorum ama onun sizi kullanmasını da önleyin; çünkü bir süre sonra o kontrolünü eline alır. Bu kılıç ustalarının öğretisidir; kılıcınızı ruhunuz yönlendirsin, ruhunuzu kılıcınız değil...
Yine de benden çok şey alıp götürdü. Değer verilmedi, onca yakınlığa rağmen... Ruhumu paylaşmış olmama rağmen... Gücünden şüphe etmedim ama çoğu insan gibi büyük bir zaaf gösterdi ve iğrenç bir oyun oynadı, bana göre... Tabi bunu iğrenç bir insanmışçasına söylemiyorum, en harika insanlar bile bir yerden sonra güçlerinin bittiğini görebilirler… Bir insandan hoşlanılmayabilir, onun düşündüğü gibi düşünmek zorunda değilsinizdir ve ötesinde kabul etmek zorunda da değilsiniz. Bundan daha doğal bir şey olamaz ama bu düşüncenizi ona söylemeden doğrudan kesip atmak nasıl bir zihniyetin ürünü olabilir? Belki acımdan dolayı böyle söylüyor olabilirim, doğrudur ama şunu düşünsenize; bir insanı seviyorsunuz, yakınlık kurmaya çalışıyorsunuz sınırı aşmadan ama o bir başkasından hoşlanıyor ve sizi kırmamak için bunu size söylemeden sizinle muhatabını kesiyor. Hem de siz defalarca özel olarak konuşmak istemiş olmanıza rağmen. Sizin yazdıklarınıza ve yaşadıklarınıza değer vermiyor, sizin verdiğiniz değer kadar... Okumaya bile tenezzül bile ettiğinden şüphe duyuyorsanız hem de... Ne düşünürdünüz? Üstelik onun için gözyaşı dökmüşken...
Ben bir insanı gerçekten sevmeden, değer vermeden asla yakınlaşamam. Belki alınabilirsiniz ama sırf eğlence ya da yalnız kalmamak adına değer vermediğim bir insanla yakınlaşamam çoğu lanetlenmişin yaptığı gibi... Her sevdiğim ve adım attığım insanın benim önemli bir yeri vardır ruhumda ve kalbimde. Zira bundan dolayıdır kanayan yaram... Ve ben uzun zamandır hissetmediğim bir duyguyu hissettim. Kanayan yaram uzun zamandır ilk defa huzur bulmuştu ve biraz kabuk da bağlamış olsa kanamaya devam edişi hiç bu kadar huzurlu olmamıştı.
Ama şimdi tekrar bir hançerin yakıcı soğuğunu ısıtıyor kalbimden akan kan... Lakin biraz zevzekçe ama buna alışmış gibiyim, delirmeye başladım belki de... İlginç değil mi? Bunun için intihar edenler var ve ben onların çektiği ile aynı tür bir acı çekiyorum ama hala devam ediyorum. Büyük bir kahraman gibi hissederdim kendimi önceden... Acıya ve öfkeye rağmen devam etmekten çekinmemiş ve tekrar tekrar riske atılmış olarak büyük bir kahraman gibi görürdüm kendimi. Şimdi ise sanki bu artık sıradan bir şeymiş gibi...
Ve umursamıyorum da sanki... İlk anın acısı büyüktü ama şimdi dinince bitti bütün hikâye. Hala öfkeliyim, acı doluyum ama yine de zevzekçe, belki de gerzekçe gülebiliyorum. Neden? Nasıl bir saçmalıktır bu? Bu acının beni yıkması gerekirdi, eskisi ile aynı hatta biraz daha derinde ve ben umursamadan geçebiliyorum. Birçok şeyi yıkabilirim bununla; saçma insanlarla muhabbetimi, alakasız insanlarla iplerimi kesebilirdim ama umursamıyorum... Dünyanın ahengini bozan danslarının içine girip onlarla alay etmek şimdi bana zevk veriyor! Onlara inat ortalarında ahengi arıyorum ve bunu anlamayanları görünce farklı bir duygu hissediyorum... Sanki çağırıyor gibiyim. Bunca pisliklerle uğraşmama rağmen, çoğunun aksine farklı bir şarkıya eşlik ediyor olmama rağmen kendi şarkımı da haykırıyor olmak... Heyecan verici!
Bana yaptıkları için onu, onunla tanıştığım gün olan doğum gününü ve ona karşı ilk heyecan duyduğum anı lanetliyorum ve yoluma devam ediyorum... Lanetim asla ama asla huzuru bulamaması, ta ki benim çektiklerimi anlayıp insanları kırmamanın ne anlama geldiğini iyice anlayana dek... O zamana kadar dans edeceğim ve o da dansa katıldığında, en derindeki şarkıyı duyduğunda ona gülümseyeceğim ve dansa devam edeceğim... İlahi ahengin dansına...
Yoğun bir öfke içinde de olsam, tiksinti duyuyor da olsam, kararlarının zayıflığına acıyor da olsam ruhunu reddedemem... Potansiyeli bilgisine dayanan ve ne yazık ki bunu reklâmdan öteye çevirmeyen, çevirmeyenlerle daha yakın olan bir insan da olsa bir şeyler umut etmeye devam etmek zorundayım... Zevzekçe ama en güzel şekilde tabir etmek gerekirse, gerzekçe...
Neden peki? Neden bir nevi düzgün anlatamadığım ama derinliğini çok ama çok olan bu olaya rağmen böyleyim? Ne diye herhangi güzel bir kıza sarkıp günümü gün etmiyorum, edemiyorum? Neden bana tiksinti veriyor?
Ah, kabul ediyorum bir keresinde ben de bunu yaptım, yaptığıma da binlerce lanet okudum. İnsan içinde hiçbir duygu hissetmiyorken karşısındakine, nasıl öpebilir onu? Nasıl sarılabilir? Nasıl hem kendini hem de onu mutlu olduğuna inandırarak aldatabilir? Kendimden tiksinmiştim, hem de nasıl bir tiksinti olduğunu hayal bile edemezsiniz…
Ne kadar iğrenç… Bir de bunu anlamayanlar vardı, hem de burnumun dibinde olan insanlar! Bana ayrıldığım için üzgün olduklarını söylediler. Hâlbuki bu tiksintimden haberleri vardı. “Bak işte bulmuşsun kızı, götüreceğini götür daha ne istiyorsun?” gibisinden cümleler… Yanlış anlamayın ama bu sözü ve benzerini söyleyebilecek bir insan türüne ben ne diyebilirim bilmiyorum… Bir insan içindeki düşünceyi ve ruhunu açıkça ve gurur duyarak gösterebilmeli ve ben bunu yaptığımda sadece güldüler bana! Sadece güldüler! “Aga sen manyak mısın? Bulmuşsun işte!”… Benim ne çektiğimden haberleri yoktu. Şimdi sevdiğim kız bir başkası ile çıkıyor ve bana tavsiye ettikleri yeni insanlara bakmam, başka olaylara atlamam… Atlayacağım ve yeni insanlarla tanışacağım evet, zaten istesem de istemesem de olacak olan bu ama bunu anlamadıkları için asla ama asla gerçek dostum olamayacaklar… İlahi Ahenk’in Dansı’nı istedikleri kadar bozsunlar ve gerekirse ben bu dansı cehennemde yapayım…
Tek başıma ya da gerçekten de ruhu güçlü olanlarla… Yakararak, baş eğerek ve inatla tutunarak…
Bunu kaç insan anlar bilmiyorum ama benim içimde olan bu duyguyu asla ama asla anlayamayacaklar, o benim sevgime gereken değeri vermemiş ortam piçleri… Üstelik keşke bunu yapan sadece o piçler olmasaydı… Genel olarak insanlar da böyle. Elbet o acıyı unutacağım, mazide kalacak ama kendimi kandırarak yapmamalıyız bunu! O insan bizim sevgimize değmiyor olsa bile bizim sahip olduğumuz sevginin bir kıymeti yok mu? Hissedilen duygular değmiş ya da değmemiş önemli değil, insanın en büyük hazinesinin sevgi olduğu söyleyen insanların aynı zamanda unut demesi ilginç değil mi? İnsan buna değmese bile bizim ruhumuzdaki gücümüz buna değmez mi? Haksız yere sevginin anlamını kirletmek… Hatta kendimizi kandırarak, sevgi kelimesini hiçe sayarak ortam piçi olmak… Gerçekten de ilginç, lakin bir o kadar da iğrenç ve değersiz… Anlamsız…
Dilerim insanlar içindeki gücü açığa çıkartmaktan korkmazlar; sevgiyi, öfkeyi, acıyı, direnişi, isyanı, huzuru, bilgiyi…
Yoksa bu hayat gerçekten çekilmesi zor bir hale gelir, olabildiğince anlamlı kılmaya çalışmak varken…




24 Şubat 2009 Salı

Ne için??


Karanlık'ın Melek'i, ismini bilmiyorum. Karanlığın rengini giyinmiş, başı eğik duruyor. Kanatları toprağın rengi, saçları ağarmış ve yüzünü güneşten ve bulutlarından çevirmiş. Orayı özlüyor ama oraya dönmek istemiyor.
Bir ruha eşlik ediyor, ona bildiği her şeyi yavaş yavaş anlatıyor ve gösteriyor. Ruh, öğrenmeye hevesli ve aslında Melek'in özü. Karanlık'ın Melek'i aslında kendi parçasını yüceltiyor. Acıyla, kanayan yaralarıyla, nefesleriyle, inancı ve fikirleriyle, öfkesiyle, sevinci ve heyecanıyla, sevgisiyle,...
Melek sırları öğretirken ve ona gerektiğinde yardım ederken çok ciddi ve sabırlı, ancak neşe ile değil hüzünle... Ruh, Melek yanındayken korku duymuyor; iblisle dövüşürken bile.
Ruh, onun farkındayken ve onu çağırırken Melek ona karşılık vermiyor. Sadece o iblis oradayken çıkagelmişti.
Peki daha önce Ruh'un nasıl gittiğini anlamadığı tapınaktakiler? Etrafı denizle kaplı, ufukta dağların yükseldiği, kapısına güneşin vurduğu o tapınaktakiler; kimdi onlar? Daha çok kırmızı bir pelerine benzeyen giysiler giyen ve elinde asa tutan o iki kişi? Biri keldi ve diğerinin sırtı dönüktü. Kel olan "Daha öğrenecek çok şeyin var." demişti Ruh'a. Melek bunu biliyor muydu? Yoksa o mu götürmüştü? Ruh, orada bulduğu mezarın yanındaki yükseltide bulduğu kılıcı hala taşıyor muydu yoksa?
Ne kadar çok bilinmeyen şey vardı, ne kadar "Karanlık"! Melek ona Karanlık'ı öğretmişti, Kılıç'ı kullanmayı da, semboller seçmeyi de. Lakin Ruh'un istediği o güçler, heyecan verici yetenekler? Bunları öğretmeyecek miydi? Ya da öğrenmesi için Ruh'u hazırlayacak mıydı?
Karanlık'ın Melek'inin eğittiği Ruh! Kendi çevrene az bildiğin sırları yaymak istiyorsun, çevren buna değer mi? Evet, değdiğine inanıyorsun. Başarısız olacak olsan da, denemiş olmanın gururuyla boyut değiştireceksin.
Ama buna değer mi? Bütün o curcunaya, değişimin sancılarına, tereddütlerinde cesaret vermeye değer mi? Bunu yapacakları bile kesin değilken hem de!
Medeniyet düzeninin içinde bir kaos saklı. Tebessümlerin ardına akmış gözyaşları ve masumların kanı! Ne cüretle insanların utandıklarını açığa çıkarır, insanlara görmezden gelmemelerini öğütlersin?
Herşeye rağmen Kılıç'ını, insanların kendi eliyle yarattığı sahte ışığa savurup içindeki karanlığı açığa çıkarmak mı istiyorsun Karanlık'ın Melek'inin eğittiği Karanlık'ın Şövalyesi'nin Ruh'u?
Bir şövalye gibi evet; lakin hristiyanların dünyasındaki ya da fantastik hikayelerden çıkmış olanlar gibi değil...
Kavramlarla savaşan, insanların ruhlarını görebilmek için uğraşan, zamanında yeterince bulamadığı yüce ruhları aramak yerine herhangi bir ruhu yücelterek dünyayı değiştirme hayalleri kuran, bu şekilde kolaya kaçmış olan, bunun için fedakarlıkta bulunmaktan kaçınmayacağını iddia eden, onuruna ve bütün dinlerden arı olarak inancına tutunmaya çalışan basit ve aptal bir savaşçı gibi...
Niye ifadesizce duruyorsun? Öfkelenmedin mi? Bana da acımıyor ve merhamet duymuyor musun? Benim için üzülmüyor ya da içten içe acizliğime gülmüyor musun, kendini gururlandırarak? Söyle bana, niye ifadesizce duruyor ve bir şey söylemiyorsun?
Yanlış mıyım söylesene? Defalarca yüceltmeye kalktığın onca insana ne oldu?
Biri senin anlattıklarından hiç ders almadı ve rol yapmaya devam etti. Birinde o gücü gördün, onu sevdin hatta ama yine de korkusu ile başedecek bilgiyi veremedin; bir başkası ile - yatabileceği bir başkası ile- birlikte olmak için seni terketmedi mi, yalnızlık korkusu adına? Hatta sen onun zayıflığını bilerek bunu ona sen yaptırmadın mı?
Ya en büyük yoldaşın olarak gördüğün? Senin görebildiklerini görebiliyor olmasına rağmen susmayı tercih etti, sende birazcık olsun onunki kadar akıl yok mu?
Ya o inancını sorgulayan, ezoterik sırlar adına keşfettiğini sandığın bilgilerle dalga geçen onca insan? Senin Tanrı'ya olan inancına, sevgine ve güvenine rağmen senin cehennemde yanacağın korkusunu dile getiren o küçük öğrencin? Söylesene, sürekli çekinmeden anlattığın o doğruluğu tartışılır ve dünyanın çoğunun kabul etmediği - hatta araştırmadığı ve bilmediği- bilgileri ona da anlatacak mısın? Kafasını karıştıracak ve mutlu olma hakkını ondan alacak mısın?
Ya senin verebileceğin bilgiyi görebilmesine rağmen, yaşadığı düzeni terketmek istemeyen o kız? Onun gibi sayısız insan var. Kaçını daha kaldırabilirsin? Kaçı daha seni terkettiğinde yıkılmamak için dayanmaya çalışıyor olacaksın?
Seni dinlemeye bile korkan, dinledikten sonra da küçümseyecek onca insan için kendini reklam etmeye değer mi? Bu iş bittiğinde sen yine kendi başına ve o çok sevdiğin yalnızlıkla kalacaksın, birileri senin sözlerini ve yaptıklarını öğrenmiş olacak ve özenti diyecekler... Dikkat çekmeye çalıştığı için sürekli farklı olmaya çalışan!
Ne o? Yoksa tanıdık mı geldi son söylediğim?
Hem neden başkalarının ruhu ve acısı seni bu kadar ilgilendiriyor? Birçok insan kendini bile göremez ve görebilenlerin çoğu acısına katlanamayacağı için gözlerini kapatır belki; sen katlanabildin mi? Sen kendi acını ve ruhunun taşkınlığını dindiremiyorken başkalarından nasıl beklersin? Kendininkini dindiremiyorsun ve bu yüzden başkalarınınkine bu kadar karışıyorsun değil mi? Başkalarının acısı ve bilgisi için; kenci acınası varoluşun için bir işaret, bir arayış...
Bir gözyaşı mı görüyorum? Söylesene bu kaçıncı? Gözyaşının bir tür güç olduğunu söyleyen sen, insan olduğunu gösterdiğini söylediğin gözyaşları, bu kaçıncı gözyaşın ruhundan ve gözlerinden akan? Evet; bir anlam arayışı içindesin. Her şeye bir anlam yüklemeye çalışıyorsun, günün birinde senin de anlamını ortaya çıkarır umuduyla. Niye doğrudan kendi anlamını aramıyorsun, kendi varoluşunun sebebini? Çünkü bulamayacağını biliyor ya da hissediyorsun! O anlamı bulamadan ölmek istemiyorsun, korkuyorsun ama zaman akıp gidiyor.
Her gün ruhun yaşlanıyor, acı çekiyor ama yine de gülümsemeye çalışıyorsun; sırf onlar da gülümsesin diye. Peki ya sen ağladığında kaç kişi geldi? Kaç kişi? Kaç kişi o "zehir sürülmüş gümüş hançer"in açtığı "sürekli kanayan yara"na elini bastı? Kaç kişi?!
Ah, evet biliyorum bu sembollerini. O gördüğünde heyecan duyduğun ilk insan hançeri sapladığında o acıyı ruhunda değil, gerçek olarak göğsünde hissettiğinde oradaydım.
O yarayı kapatmadın, kapatamadın belki de. Kendini kandırmak yerine acıyı kabullenerek ölmeyi tercih ettin ama bak ne oldu şimdi; o hissi çok nadiren duyabiliyorsun artık ve o heyecanı yaratabilen her nadir insan, ağlayarak da olsa, hançeri saplıyor çıktığı yere; zırhındaki tek zayıf noktaya...
Çevrenin, ailenin, toplumun, insanların ve dünyanın söyleyip yapacaklarına ve savuracağı darbelere göğüs gerebilirsin belki. Gerdin de biraz sanırsam ama o zayıf yer... Değer verdiğin insanların senden vazgeçişi, hatta onlara anlattığın ve gösterdiğin düzene geri dönmeleri... Yalnızlık korkuları... Güçlerini, hayallerini, sevgi ve hoşnutsuzluklarını saklamaları... Merhametsizlikleri, güvensizlikleri, çıkarcılıkları, amaçsız ya da önceden belirlenmiş hayatları, kendi ruhlarını gözardı etmeleri, farklı açıdan bir kere bile olsun düşünmeye çalışmamaları...
Sevgini suistimal edip, bedenlerinin ve ruhlarının suistimal edileceği insanlara ve düzene dönmeleri...
Bütün bunlara rağmen, anlatsan da ağlayarak kulaklarını kapatacaklarını bilmene rağmen? Söylesene gerçekten değer mi? Ne için bütün bu saçmalıklar, bu safsatalar?
Bütün bunları inandığın için mi yapacaksın? Senin için çok farklı bi anlamı olan Tanrı için mi?
Ne için?
----
"Ne düşteki toprak, ne de toprağa basan eylem!
Dudaklardan dökülen söz vücut bulmadan,
Sessiz ruhun içindeki şarkı başlamadan önce
Düşüncesidir insanın, Tanrı'nın onurunu ve sevgisini kazanan..."
----
Ben sadece şarkıma başlıyorum... O yaranın kapanmasının ya da akmaya devam etmesinin bir önemi yok, çünkü umurumda değil. Ben diplerde sürünüp acı çekerken kimse yardım etmedi bana; ne bir melek ne de temiz bir yürek! Bana sadece yollar gösterildi ve ben de yürüdüm yolları seçe seçe...
Yalnız yürüdüm, diz çöktüm yorgunluktan ve acıdan, kılıcımı savurdum öfkeyle, kimi zaman ben de rol yaptım kendimden utanarak, ağladım hem ruhumla hem de bedenimle sayısız sebep yüzünden, dayandım yıkılmamak için, utandım giden ve varolup olmadığı farketmeyecek varoluşlardan... Bıktım artık ruhların karanlığından, karanlığın en derin uçurumlarını görmekten, görmeyenlerin acısını çekmekten!
Tek başıma fark yaratmaya çalışmaktan bıktım artık; tek başıma hayatı güzel kılmaya, çirkinliklerin bile güzel olabilecek yanlarını görmeye çalışmaktan yoruldum!
Nefes alarak öylece durmaya çalıştım lakin nefesim daraldı ve boğuldum! Ruhları yüceltmek tek başıma, kendimden bile yüce kılmak çok zordu ve çoğunda başarısız oldum. Yine de o yüce ruhların bile bile kendini düzene kaptırdıklarını gördüğümde, öfkemin ve acımın haddi hesabı kalmadı!
Kılıcım elimde ve yürüyorum Karanlık'ın en dip yerlerine, dünyayı karanlığa ve sahtekarlığa boğanlara inat! Ruhların Karanlık'ını açığa çıkarmak için, gizli kalmaması için!
Eğer, sadece bir kişi için bile olsa, bir fark yaratabilirsem yanılmış olacaksın Ey Mahluk, Ey Yaşlı ve Bunak Koca Karı, Ey Dünya'nın ve Karanlık'ın Rezil Yönü! Eğer bir kişi için bile fark yaratabilirsem çabam boşuna olmamış olacak!

Enis Berkay Mert






14 Şubat 2009 Cumartesi

Karanlık...




Doğan güneşten bile kaçar oldum zamanla... Çocukken kabuslarla uyandığım zaman karanlıkları delen güneş adeta kurtarıcımken artık hüzünle izlediğim ve arkamı dönüp karanlığa kaçtığım bir alev topunun ötesinde bir şey deil artık benim için... Gecenin ruhumu kaplayan bedenimi sarmalayan Karanlığından kalma gözlerimi yaktığı, yorulmuş zayıf bedenimi yakan güneşe lanetler olsun... Hiç doğmamasını sağlayabilseydim... Eğer imkanım olsa, onu sonsuza kadar öldürebilsem... Elimden gelse... Yapar mıydım? Herşeye rağmen, insanlığa rağmen, gözyaşlarına rağmen... Cevabını vermiyorum, dilerim öyle bir kudret ruhumu bulmasın.!
Herşey nekadar garip geliyor bir anda? Hiç bir kenara oturup insanları izlediniz mi? Onların gereksiz ve önemsiz mücadelelerini? Medeniyet düzenine rağmen hüküm süren chaosu hissettiniz mi? Karmaşayı, çılgınlığı hissettiniz mi onları izleyip? Peki hiç izlemeye mahküm oldunuz mu??

İşte benim dünyadaki cezam bu! Onların önemsiz koşuşturmalarını izlemek zorundayım... Ömrüm boyunca, sonu gelmeyen ömrüm boyunca... Asla katılamayacağımı bilerek... Asla kendimi kaptıramayacağımı bilerek... Sonu gelmeyecek mi hiç? Cezam bitmeyecek mi hiç? Merhamet bana yüzünü göstermeyecek mi?
Yüreğime işkence eden karanlığa nasıl karşı koyabilirdim? Artık güneşin batışı gecenin karanlığını selamlıyordu... Tüm keskin süküneti benim bedenimi biçerken çığlıklarımı kim duydu?.. Gözyaşlarımı kim sildi? Bilemiyorum.. Zamanla kuruyormuş, yaralar kabuk bağlıyormuş ama yüreğimin yarası çok derin...
Çok kez ölümü düşünerek uyandım sabahlara... Kim bilir kaç kez öldüm bu son dedim.. Hiç ölemeyeceğimi bilerek... Ve artık umursamıyorum...

Ama Hiç düşünmedim Yüreğime işkence eden karanlığı yüreğime hapsedebileceğimi!!! Ruhumu yutan karanlık artık benim elimde... Doğmayacak sabahları beklıyorum, batmayacak dolunay için dua ediyorum... Korkularımızla tanışmak için, tekrar korkabilmek için... Tekrar ben olabilmek için, o küçük çocuk için...

Ne bir ışık aydınlatır yolumu, nede kibirli güneş! Benim gözlerimdeki karanlık geçmeden, ne bir melek yardım edebilir bana, ne de temiz bir yürek...

Nemli gözler yada sessiz hıçkırıklar... Bana benden başka kimse yardım edemez... Bana Kimse yardım edemez... Çığlıklar eşliğinde, güneşin loş ışığı eşliğinde, gözyaşlarım eşliğinde... Gecenin asaleti eşliğinde Ben düştüm... Tamamen...

Kimse bilmedi, kimse öğrenemedi.. Bir sır oldu gece ile benim aramda, bir bakış oldu hiddetli güneşle aramda, bir günah oldu kendimle kendi aramda...
Bu benim anlatılmamış hikayem...
Bunları yazdım çünkü beni benden sonra gelenlerin yargılaması için, ibret alıp korkması için, acıması için değil; inanması için...

Ve gün gelecek, karanlıktan çıkıp kirletilmemiş arıtıcı ve ısıtan güneş ruhuma değdiğinde varlığım amacına ulaşmış olacak...

Neden?!




Karanlık! Hayatım boyunca, kısa ama her saniyesi çatışma içinde geçen hayatım, karanlık içindeydi... Önceleri akışına bırakıyordum. Fazla düşünmezdim çünkü umursamazdım. Acıyla ilk tanıştığımda daha çok küçüktüm, ölüm üzerine ve değer verdiğim birçok şey üzerine şiir yazardım. Babam yazdıklarımı bir şaire götürmüş ve şair demiş ki "Biraz da mutluluk üzerine, aydınlık üzerine şiirler yazsın!" demiş ve bana imzalı bir kitabını hediye etmiş. Babam bana kitabı getirdiğinde imza duruyordu ve hevesle şiirlerini okumuştum. Lakin bir süre sonra onu fırlattım ve bunca yıl bir kere bile aramayı düşünmedim!



Neden? Nedendir bunca acıya, inanca, yılmamış olmamıza ve iyi birşeylerin geleceğini umut etmemize ve inanmamıza rağmen halen bizi yakan ateşlerde sınav oluruz? Tanrım beni yaptığı sınavlarla yükseltti, kendi ruhumla güce eriştim ve yükseldim... Ama bu kadar yetmez mi? neden hala beni ateşlere salar, ruhumu yakar, acı verir? Beni daha da yükseltir? Tek bir tane olsun destek vermeden fırtınadaki bir ağaç gibi kökümden sarsar beni? Neden? Neden basit insanlar gibi yüzeyden sevemiyorum?



Bir insanın ruhunun karanlığını görebilirim! Bir insanın acısını hissedemesem de anlayabilirim! Karşılık beklemeden yardım edebilirim ama neden olsun biri bana yardım etmez? Gerçekten de tek miyim bu dünyada, her insan gibi? Kendi olan her insan gibi? Tek olmasam ne olurdu? Ne olurdu kalabalıktan biri olsam? Onlar gibi sevdikten sonra umursamadan unutabilsem? Acı çekmeden, yıkılmadan,... Ne olurdu sanki? Ne olurdu, sevdiğim insan beni de sevse? Sevdiğini söylerdi lakin öğrendim ki amacı sadece kendi yarasını kapatmakmış... Bu kadar yakın davrandığı için üzgünmüş, o zamanlar bunalımdaymış, kafası dağınıkmış da o yüzden söylemiş. O anlamda söylemek istememiş... Neden Tanrım?! Neden bir kere olsun gönülden sevdiğim bir insan bana yüz vermedi? Bu acıyı hakedecek ne yaptım?! Yeterince acı çekmedim mi? Yeterince kan dökmedi mi ruhum?! Ateş, bir kere yaktıktan sonra tekrar yakabilmek için bekler ki tekrar kabuk bağlayalım ve tekrar yakabilsin... Neden bedenimden öte ruhumu da yakarsın?! Ey Tanrım, neden bir kere olsun kılıcımı öfkeyle değil de sevdiğim için savurmama izin vermezsin?!



Ben karanlıkta yürüdüm, nefes aldım, savaştım, yardım ettim, dayandım... ama yalnız yürüdüm, sadece kendi nefesimi duydum, tek başımaydım karşımdaki canavarla, kimse yoktu yardım edecek ve hiç bir desteğim yoktu...Buna rağmen yılmadım, dayandım ve acıyı kabul ettim! Kanayan yaramın beni güçlü kılmasına izin verdim ama neden olsun bir şifa hiç vermedin?! neden bir kere olsun o yaraya elini basacak bir el uzatmadın bana?! Ve neden beni yalnız bıraktın karanlıkta?!



Kılıcım önümde yere saplanmış bir şekilde duruyor! Bir şövalyenin onuruna ve prensiplerine sahip olan karaelf kılıç ustası olarak artık diz çöküyorum... Savaşacak nedenim kalmadı ve artık ben bir yaşayan bir ölüyüm! Ruhunu kaybetmiş olanım...



Düşmüş olanım...

Siste...


Ne tuhaf siste yürümek,
Her çalı, her taş ıssız...
Ağaçlar, insalar görmüyor birbirini
Hepsi, hepsi de yalnız...

Hayatım apaydınlıkken henüz
Dostlarımla doluydu bu dünya
Çöktü işte şimdi sis, çöktü
Hiçbiri yok ortalıkta

Karanlığı bilmeyen,
Bilge değil, olamaz...
İnsanı ayıran herşeyden,
Karanlık; hafif, kaçınılmaz...

Siste yürümek ne kadar tuhaf!
Yalnız olmaktır yaşamak, yalnız.
Kimse kimseyi tanımaz, herkes yalnız
Herkes, hem de herkes...